Wednesday, March 18, 2009

Atağın Yönünü Değiştiren İzlandalı: Kria Brekkan



Torezege'yi yeni yollamışız, iki gündür yorgunum, öğleden sonra koltukta 10-15 dakikalık powernap'ler ile kafamı dinlendirmeye çalışıyorum. Akşam konser var, gitsem bi dert, gitmesem de öyle. Kaçırıp sonradan üzüldüğüm epey konser oldu zamanında, o listeye bi tane daha eklensin istemiyorum. Akşam için kulaklarımın bekleyebileceğinden çok uzaklarda Avishai Cohen, Robert Johnson etrafında dönüp duruyorum. Aklıma Clapton'un Enoch Powell'i açıkça desteklediği faşizan söylemleri geliyor, sonra da gidip Robert Johnson için yaptığı tribute albüm. İkiyüzlülük. Paul Weller'in bir röportajında okumuştum bu olayı diyorum diyorum, röportajı bulamıyorum ama o CDyi buluyorum. Seviniyorum. Gitmem lazım diyorum, gidiyorum.

İçerisi beklediğimden daha tenha. Buraks beyi arıyorum, daha yeni işten kafamı kaldırdım, gelemiyorum diyor. İyi diyorum, tanıdık bi kaç sima, bi kaç selam, ne yaptın ne ettin. Proudpilot yarısı Biblo'yu dinliyoruz, 15-20 kişi var yok.Sonra Kria Brekkan geliyor, konuşmuyor, elleri dolu. Setup’ını yapıyor, tuvalete giderken arkasından bakıyorum. 5dk. sonra örümcek kadın olarak geri geliyor, ayakları çıplak. Zahmetli iş yaptığı. Dinlemesi de zahmetli, sabır ister, idman ister. Daha da keyifleniyorum. Gözlerimi ayırıp etrafa baktığımda daha da az insan görüyorum. Bana uyar.

“Kardeşim biraz hasta, bu şarkıyı onun için söylüyorum” diyor, parmakları keyboard’da. Duruyor, sessizlik istiyor, “Aslında piyano olsa daha güzel olacak, yakınlarda geniş bir salonu ve piyanosu olan varsa oraya gidelim” diyor. Olsa gidecek, biz de peşinden. Samimiyetinden şüphe etmiyorum. “İzlanda folk şarkıları çalayım mı?” diyor, alkışlıyoruz. Bir haftadır aklımda Helena Espvall & Masaki Batoh’un “Jag Vet En Dejlig Rosa”’sı var, Kria kendi türküsünü söylüyor, ben kafamda oraya senkron yapmaya çalışıyorum. Üzerine bir iki şey daha, teşekkür ediyor. “Kaydettiğim bi EP var ama yanımda yok, isteyen olursa bu gece kaydedeyim, yarın size vereyim”. Hay hay. Gidip konuşuyorum biraz, kayıtları ile alakalı bir şeyler soruyorum, EP den istiyorum. Ertesi akşamüstüne sözleşiyoruz.

10 dakika bekletiyor beni, çay içtiğini söylüyor, kibarca özür diliyor, yanında biri daha var, selamlaşıyoruz. Hemen oracıkta CD fold’unu ayaküstü yapıyor, bana uzatırken ne kadar özel bir parçayı daha evime götürdüğümün ayırdına varıyorum. Yaptığı işi ne kadar severek yaptığını anlıyorum, alçakgönüllülüğüne hayran oluyorum. Görüşürüz diyorum, mümkünmüş gibi. Sonra da mümkün olmamasına seviniyorum. Bir gün, tek hikaye, böyle olmalı diyorum. Tifo arıyor, akşam 2K9 yapalım. Tamam, yapalım. Ne yaptın diyor, köşede bi İzlandalıyla buluştum. Anlatıyorum. İyi, ne hoş, blog'a yazarsın. Coming soon diyorum. Tamam diyor Tifo, farklı çevrelerin bambaşka insanlarını yazıyoruz ne de olsa. Sue Bird'ü, Adriana Lima'yı yazmışız. Bu daha bile özel belki.

Hemen üzerine pansii, ondan da güzel haberler alıyorum. Ardından ne zamandır görüşemediğim bi eski arkadaşım. Telefon susmuyor, ayrı ayrı dört beş güzel gün geçirmiş gibi oluyorum. Torezege de döner yakında herhalde diye geçiriyorum içimden.

Neredeyse yaz geliyor. Ne boktan bi kış oldu.

No comments: